Bu sayfadasın: Anasayfa Eleştiriler Yorgun Anılar Zamanı

Eleştiri Yorgun Anılar Zamanı

İki ters iki yüz hayatı dokur gibi
SEVİNÇ ÇOKUM

“Ayşe Sarısayın, Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanan ‘Yorgun Anılar Zamanı’ kitabındaki öykülerinde, öykü kurallarını zorlamadan, dünler ve bugünler arasında, yaşanmışlığın içten söyleyişini aktarıyor bize. Yer yer rüyalı, masallı, ama daha çok gerçek okunuyor bu satırlardan. Bir sığınma duygusu uyandırıyor okuyanda”

Ayşe Sarısayın’ın Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan ‘Yorgun Anılar Zamanı’ adlı öykü kitabını (Can Yayınları) okurken, çocukluk, genç kızlık birikimlerindeki Beşiktaş’ın bildiğim tanıdığım renklerini gördüm. ‘Yorgun Anılar Zamanı’ anı tadı taşıyan, ortak duygular, hatırlayışlar bulabildiğim bir kitap. Anılar da yorulur demek ki… Fazla hatırlanmaktan ve kurcalanmaktan. Onlar eğer unutulmayacak gibiyseler, zambak soğanlarınca toprağın altında uyur, vakti geldiğinde filizlerini sürüp çiçeğe gittikten sonra yeniden geriye döner ve kısa süreli bir uykuya dalarlar. Hayatımızın unutulmaz bölümlerinin karmaşık tatları bölesi yumrularda gizlenir. Zamanla damak tortularındaki acılık ta yadırganmaz olur ve sanki insan bu kalıntılarla soluk alır gibidir. Ayşe Sarısayın, bilerek veya bilmeden bir bakıma babası Behçet Necatigil’in şiirlerinde rastladığımız kişilerin benzerlerini hikâye türü içinde geliştirerek işliyor. Buna şaşmamalı; çünkü aynı ortamın üstelik baba kız yakınlığındaki iki kişisi onlar. Kitabın ilk hikâyesi olan ‘Gökyüzü Masalları’nda hayatını dikiş dikerek sürdüren Nagehan Teyze, Behçet Necatigil’in ‘Eski Sokak’ şiirinden mi çıka gelmiştir? Belki… Nagehan Teze çocuklara okuduğu masallarla, insanın kendi başına düşünmede daha özgür olduğu televizyonsuz zamanların o durağan günlerine bir başka ışık ve ses oluyor. İki ayrı kesitten insanlar. Gülderen ve kahramanımız olan çocuk, (yazarın kendisi) Nagehan Teyze’nin masallarıyla ısınıyorlar. Kibritçi Kız’ın ıssızlaşmış duygularıyla birbirine sokulup, bir kibrit aleviyle değil ama, soba üstündeki kebap kestanelerle o yaşama sıcaklığını duyuyorlar.

Sonra yine o sokaklardan seçilmiş gezgin satıcı… Ekmekçi ve atı. ‘Atları da Vururlar’ öyküsünün kahramanları… Yazarın düş dünyasında atın önce korkutucu, ardından insansı varlığı… Ekmekçi ve atı Beşiktaş’ın geçmiş yıllarından akıllarda kalan gerçek kahramanlardır. Yazar kendisinde iz bırakan görüntülerden yola çıkarken çocukluk yaşının gerçeği hayalden ayıredemediğini anılarını da çözümlemeye çalışıyor…

Ana kız öykü kahramanları, nesil farkları, değişen toplum değerleri ve anlayışlar içerisinde yansıyor hikâyelere. Aile içi çatışmalar, değişimleri kabullenememiş yaşlı kesim ve yeniliklere açık genç kuşak ile, belki hepsinden daha çok acı çekmiş, ancak bunları olabildiğince yansıtamamış olan orta kuşak arasındadır. Kadınların daha çok dışa kapalı, tekdüze yaşantılarında ev içleri, hikâyeler için önem taşıyor. Ev ve ona bir bakıma hayat veren eşya, sosyal hayatı, zevkleri, yaşama düzeyini yansıtan yönleriyle kişileri çevreliyor. Kişi, ev-eşya bağlantılarıyla birey olma kavramını taşırken bütün o eskilikler ve yokluklar içersinden yeşerebilme, varlığının ayrımına varma bilincinin de arayışlarına dalıyor.

Bu çizgide erkeklerden çok kadınlara satırlarını açmış olan yazar işte o varoluş çabasında kadını deşiyor, anlamaya çalışıyor… Belki aydın, belki orta tahsilli, belki az okumuş türden ama hepsinde de ortak bir yazgı demiyeyim ortak bir yaşama çizgisi var, ayrımlara rağmen… Her zaman biraz daha geride duruşları, kimi zaman ezilişleri, kimi zaman bir şeyleri göğüsleyişleriyle hikâyelerde yer alıyorlar. Birinci kuşak kendisine sunulanı bilir bilmez kabullenir ikincisi özgürlüklerin duyumuyla birlikte katlanır, ezilir, üçüncü grupsa karış koyar.

Bu karşı koyuş, Nagehan Teyze’de nasıl yokluklarla savaşmak, yokluğa masalsı bir tat ve gülümseyiş eklemek biçimindeyse, ‘İki Ters İki Yüz’ hikayesinde bulaşık yıkarken kızı için kaygılar taşıyan kadında da bir iç hesaplaşmaya dönüşür. ‘İki Ters İki Yüz’ öyküsünde insanın kendi hayatını kendisinin yönetme isteği gibi algıladığım özgürlük düşüncesi geliştirir. Hikâyedeki genç kız tren yolunun öte tarafını, göremediği daha öteleri merak ederken, insanın doğal yapısındaki kanatlanışları özlüyor belki... Bir bulutun peşine takılmak, ulaşılması zor olanı hayal etmek… Ne ki olabilecek en güzel rastlantıya eriştiğini düşünerek çalıştığı bürodan da ayrılıp evlenecek, böylece anlam olarak “hattın eski yerine” geri dönecektir. Herşeyin aynılaşması demektir bu; bulaşık sonrası, televizyon dizilerine dalış, iki ters iki yüz örgü. Aşkın varolmayan bir şeye çevrimi, örgülerde, bulaşık taslarında yiten aşk…

“İki ters iki yüz… Sokaktan biri geçti az önce. Karşı eve girdi rahatladım, daha erken katlanamayız birbirimize. Koyu karanlıklarda belki, aynı yatakta bedenlerimizi sakınarak uyurken. Erken sabahlarda biraz, henüz uyku mahmurluğundan sıyrılmadan. Bayramlarda, zorunlu aile ziyaretlerinde, kısa sürelerde ancak.

Tanıştık ayak üstü, ama birbirimizi tanıdık mı gerçekten? Tanımaya gerek yoktu ki ateş böcekleri yanıp sönerken! Nasıl da aydınlıktı her yer! Ne zaman karardı çevre, kopuşumuz nasıl başladı?”

Kitabın yine duyarlıklı öykülerinden biri ‘Maçka Palas’, mutlu evliliklerin ayrılıklarla noktalanışı sonrasında, yaşlanan, yalnızlıklara karışan ve silinip giden insanlar, özellikle Sedat Amca’nın iç burkan son günleri açısından etkileyicidir. Maçka Palas’ın bodrum katındaki şen sofraların çocuk kahramanda bıraktığı izler, yaşam boyunca sürecek niteliktedir. Maçka Palas’ı ben de çocukluğumdaki Beşiktaş’tan ayrımsayarak hatırlıyorum. Önünde küçük bir bahçesi ve galiba birkaç mezar taşı da olan bir apartmandı yanılmıyorsam. Hatta oraya bir kez misafirliğe gittiğimizi de biliyorum. Beşiktaş’ta Beyoğlu, Taksim, Nişantaşı’ndaki gibi levanten evler yanında ahşap yapılar, konak kalıntıları bulunuyordu… Ayrıca sonradan yapılmış olan apartmanlar arasında adlı sanlı olanları vardı ki bunların en fazla duyulmuşları Beyaz Saray, Maçka Palas, Kaptan Apartmanıydı. Beyaz Saray, Maç Palas 1950 kuşağını, modern hayatın yeni, genç insanlarını çağrıştırırdı bana.

Anıları yormak... Burada yaş söz konusu değil. Anıların yaşlanması, yıpranmasıdır dokunulan. 'Ufukta Tek Kurşun', bütün o karanlık renklerin, grilerin içinden üç beş gülünmüş zamanı taşımış öyküye... “Paylaşmaktı, arkadaşlıktı yaklaşan dostluğun habercisiydi. ‘İlk yemişini bu sene verdi kızılcık/üç tane/bir daha seneye beş tane verir’ Bir ses duyuyordum. ‘Ömür çok, bekleriz’ diyordu, “İlahi kızılcık’ diye devam ediyordu. Anlamaya, anlamaktan çok anlamlar yüklemeye çalışırken gülümsüyordum. ‘Ne güzel gülüyorsun! Sen her zaman gül, olur mu?” diyordu aynı ses. Bu kez anlıyor “İlahi kızılcık’ sözcüklerinin bunca çok şeyi anlatabilmesine şaşırıyordum. Tabaklar sofraya taşınırken, yüreklerimiz hepimizden önce kurulup yerleşiyordu tam ortay yere. Sofranın düzenini, gecenin akışını belirlemek için, en ortada birleşiyordu. Sonrasında yapılan her şey boşunaydı, mantık, sağduyu, direnç, tümü anlamsızdı. Yüreklerimiz ele geçiriyordu yönetimi, birkaç yürek bir araya gelince, nasıl da güçlü oluveriyordu!” Önündeki tek değişim yolunun evlenmek olduğuna inanarak karşına çıkacak ve ona ilgi gösterecek insanlardan birine “İşte evleneceğim adam!” diyen yegane örnek, ‘Ufukta Tek Kurşun’ öyküsünün kahramanı değildir. Bu, yerleşik düzenin bugün olmasa bile dün, genç kıza sunduğu birinci öğedir. Sonra bir ömür boyu birliktelik için atılmış imzayı sonuna kadar koruma, herşeye, bütün kopmalara, aykırılıklara rağmen koruma uğraşısı…

Sonuçta belki özgürlük, belki çözülüş ve kıştan çıkmadan rastlanmış uçucu kokusuyla bir dağ çiçeği, onu kaybediş, küçük umutlar, üçbeş cümleyle kurulmuş ömre yetecek bir yakınlık… Hayat böylesi bir şey. ‘Bugün Günlerden Ne?’ hikâyesindeki Muzaffer Hanım, görevleri dışında yaşanmamış bir ömrün kahramanı olarak “kadınlığın hakkını vermek” ilkesinin izleyicilerinden birisidir. Hizmete adanmış yılların sonu, yaşlandığında kocasının bir başkasıyla olan ilişkisini öğrendiği zaman artık yapacak hiçbir şeyin olmaması… Nedir kadınlığın hakkını vermek? Belki böylesi ikili oyuna göz yummak ta kadınlığa yaraşan davranışlar arasında yer almıştır. Evin iç düzenini bütün şaşmaz ayrıntılarıyla yönetmek kadının sorumluluk alanına girer. Muzaffer Hanımların evinde bu çark hiç aksatılmadan yürütülmüştedir. Dantel ve yün örgülerinden, rakı sofraları için uzun uzun meze hazırlamalara, örtülerin kolalanmasına, eve alınacak yiyeceklerin, peynirin, sebzenin, etin iyisinin seçilmesine özen gösterilecek, kadının eli halıların, ortalığın, camların üstünde olacaktır daima. Aileyi ayakta tutmanın zorluklarını en fazla yüklenmiş kişi kadındır. Kadın idare eden, susan, karşı koymaması gereken bir varlık olarak görülmüştür hep. ‘İsmiyle Müseccel: Fatma Dilber’ adlı öyküde de kadının adeta iki ayrı yapısı seçilir. Kadın işte bu gelenek-yerleşik görgü çerçevesinde hizmetli durumunda ayrı, kadınlığı ile ayrı biçimleri sergiler. İki isimli Fatma Dilber dilberliğini, yani kadınlığını neredeyse bir yana bırakarak ya da bırakmak zorunda kalarak hayatını sürdürürken çevresindekiler onu hep ilk adının çağrışımları çerçevesinde görmek, algılamak istemişlerdir. Geleneklere, yapılması zorunlu hallere, yazgı gibi algılanan görevlere karşı iç deprenişi biçiminde duyuşlarını belirleyen yazarın sezdiren bir yol izlediği görülüyor. Bu da hikâyesini daha tutarlı ve gerçeğe yakın kılıyor. Yalnız kalmış insanlara sürekli rastladığımız bu kitapta belki ‘Maçka Palas’ın Sedat Amcasına benzeyen bir de Raşit Bey vardır. Raşit Bey ve o evde yaşamayan, arasıra onu görmeye gelen kızı artık tadı kaçmış sofraların hüznünü paylaşırlar. Birbirini anlayamayan baba kızı, geçmişte yaşanmış eziklikler, sevginin dönüştüğü hiçlik duygusu, yalnız sofraların iç karanlıkları sarmıştır. Yazar, öykü kurallarını zorlamadan, dünler ve bugünler arasında, yaşanmışlığın içten söyleyişini aktarıyor bize. Yer yer rüyalı, masallı, ama daha çok gerçek okunuyor bu satırlardan. Bir sığınma duygusu uyandırıyor okuyanda. Böylesi insana daha yakın değil mi?

Ayşe Sarısayın, bu yolda ne tür konuları yazarsa yazsın, ışıklı bir zaman dilimini, çocukluğunun gülen yüzleriyle, tahta perdeler ardında kalmış meyva ağaçlı ev bahçelerinin sunduğu yaşama sevinçlerini ve elbette Beşiktaş’ın o farklı, deniz kokulu, serin, lacivert akşamlarını unutamayacak, bütün bunların solgun renklerini de öteki kitaplarına taşıyacaktır

 

 

geri